Ve sonunda maaşım geldi. 5.000 lira, tamamen benim. Fişi elimde tutarken inanamıyordum. Kimseye hesap vermek zorunda değildim, her market fişini açıklamak yoktu, o alaycı „Ne kaldı?” sorusu yoktu. Kalan her kuruş bendeydi. Ve birden anladım ki kaybolmuş değildim. Kendi ayaklarımın üzerinde durabilirdim.
Boşandıktan sonraki ilk günlerde boğuluyormuşum gibi hissediyordum. Işığı açmaya, buzdolabını açmaya, markete adım atmaya korkuyordum. Her lira, kontrol edemediğim bir canavara dönüşüyordu sanki. Ama yavaş yavaş fark ettim ki bu korku sadece kafamdaydı. Gerçekte para aynı paraydı. Sadece artık kimseye açıklama yapmak zorunda değildim.
Basit hesaplar yapmaya başladım: kira, faturalar, yemek, kreş, ulaşım. Evet, sıkıydı. Evet, fazla bir şey kalmıyordu. Ama artık „Bütçede delik açıyorsun”, „Çok şey istiyorsun” diyen bir ses yoktu. Her kuruşun nereye gittiğini biliyordum. Ve işin garibi, yetiyordu.
İlk „özgür” maaşımla çocuğuma vitrinden hep baktığı bir oyuncak aldım. Basit bir araba, hatta pahalı bile değildi. Ama gözlerindeki mutluluk gizlice ağlamama sebep oldu. İşte o an anladım ki çocuk mutluluğu son model telefonlarda ya da yeni subwooferlarda değil, küçük ama içten yapılan hareketlerde saklıymış.
Sonra kendime de küçük şeyler almaya başladım. Suçluluk hissetmeden sevdiğim bir şampuan. Basit bir krem, ama benim seçtiğim, „Çok pahalı” diyen birinin değil. Aylarca ertelediğim dişçiye gittim. Ve kendi paramla ödedim, çünkü artık kimse bana „Hak etmiyorsun” diyemezdi.
Yavaş yavaş daha rahat nefes almaya başladım. Hafiflemeyi, sırtımda sürekli birinin yargısını taşımamayı yeniden keşfettim. Anladım ki finansal özgürlük sadece parayla ilgili değil, aynı zamanda ruh huzuruyla da ilgiliydi.
Uzun akşamlarda, çocuk uyuduktan sonra planlar yapıyordum. Kendime, artık daha akıllıca tasarruf edeceğimi söyledim. Kişisel bütçe kitapları okumaya, harcama günlüğü tutmaya başladım. Ve şaşırtıcı bir şekilde sadece her şeyi karşılamakla kalmadım, bazen birkaç kuruş bile artıyordu. Az, ama artıyordu. Ve tamamen benimdi.
Kendime sadece keyif için ilk kitabımı aldığım günü unutamam. Uzun zamandır istediğim ama „Gereksiz, israf” diye almadığım bir kitaptı. Kitapçıya girdim, seçtim, ödedim ve sanki hediye alan bir çocuk gibi hissettim. Küçük ama anlamlı bir hareketti: Seçme hakkımı geri kazanmıştım.
Sonra onsuz ilk tatilimiz geldi. Uzağa gitmedik, sadece çocukla bir haftasonu dağa. Trenle gittik, küçük ama temiz bir pansiyonda kaldık. Kaşarlı mısır ekmeği yedik, akşamları sıcak çay içtik. Ve güldük, gözlerimiz dolana kadar güldük, kimsenin „Çok harcadın” deme korkusu olmadan. Benim özgürlüğümdü, bizim özgürlüğümüzdü.
Acı bir şeyi daha fark ettim: Görünmez bir kafeste ne kadar uzun yaşamışım. Beni dövmedi, doğrudan hakaret etmedi ama her cümle, her serzeniş, her „Kendini frenlemelisin” dediğinde aslında görünmez bir yumruktu ve beni giderek küçülten. Ve ben kabul ettim, çünkü bana öyle öğretilmişti: Kadınsın, şükretmelisin, o senin „ekmeğini kazanıyor” demişlerdi.
Ama gerçek şu ki ben de aileyi o kadar hatta bazen daha fazla geçindiriyordum. Yükü ben taşıyordum, faturaları ben ödüyordum, çocuğa ben bakıyordum, kendimden ben vazgeçiyordum. Bunu sadece yalnız kaldığımda fark ettim ve ironik olarak, daha rahattım.
Şimdi geriye baktığımda kendimi bir kurban olarak değil, zor yoldan özgürlüğü öğrenmiş bir kadın olarak görüyorum. Artık beni tüketen bir ilişkide bu kadar uzun kaldığım için utanmıyorum. Onsuz yapamayacağımı sanıyordum. Ama gerçek şu ki onunla yapamıyordum.
Bugün maaşımı alınca artık korkudan ağlamıyorum, minnettarlıktan gülümsüyorum. Küçük şeylerin keyfini çıkarmayı öğrendim: kendi seçtiğim basit kıyafetlerin, çocuğumla geçirdiğim sakin akşamların, bana destek olan arkadaşlarımın. Ve en çok da harcadığım her lira için kimseye hesap vermek zorunda olmamanın özgürlüğünün.
Hâlâ zor tabii ki. Bazen kuruşları saydığım, ödünler verdiğim, bir şey alırken iki kere düşündüğüm günler oluyor. Ama bu benim zorluğum. Ve bu her şeyi değiştiriyor.
Bazen eski eşimi sosyal medyada mutlu bir çift olarak görüyorum. O pırıl pırıl, o gülüyor, kaygısız görünüyorlar. Belki de öyleler.
Ama artık canımı acıtmıyor. Onunla yaşamanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Kamera önündeki gülümsemelerini ve evdeki serzenişlerini biliyorum. O zaman telefonumu kapatıp çocuğuma sarılıyorum, çünkü gerçek mutluluk bu.
Artık biliyorum ki kimseye „bağımlı” olmak zorunda değilim. Kadın „bütçede delik” değil, çalışan, seven, çocuk yetiştiren bir bireydir. Ve gerçek değer ne kadar kazandığında ya da ne kadar biriktirdiğinde değil, nasıl yaşadığında ve sevdiklerini nasıl hissettirdiğindedir.
Biri bana sorduğunda „Şimdi nasıl idare ediyorsun, kocasız, tek başına?”, basitçe ce
















